Deniz Dostları
- KIVANÇ ERGÖNÜL
- 8 Oca
- 4 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 9 Oca
Tarihi hatırlayamıyorum. Kadıköy’de asker arkadaşım gazeteci Celal Demirbilek’le karşılaştık. Sarmaş dolaş olduk. Celal meslek aksesuarlarıyla donanmıştı. Boynunda kocaman bir fotoğraf makinesi, elinde körüklü bir çanta, gazetecilerin giydiği klasik yelek. “İşin yoksa röportaja gidiyorum, seni de götüreyim,” dedi. Önce şaşırdım, benim ne işim olabilirdi özel röportajda ama gidilen kişi Atilla İlhan olunca Celal’den önce giderim. Taksiye atladık, doğru Erenköy Divan Pastanesi. Atilla Bey bizden önce gelmiş, sessiz bir köşede gazetesini okuyordu. Celal’i tanımıyor, sadece görüntüsüyle gazeteci olduğunu çıkardı. Bana ise bir anlam veremedi. Celal kendisini tanıttı, benim arkadaşı olduğumu, kaptan olduğumu, sadece kendisiyle tanışmak istediğim için geldiğimi anlattı. Müsaade almadığımız için de özür diledi. Atilla İlhan tebessüm ederek, “Gazeteci, Denizci, Şair, çok güzel bir sohbet olacak,” dedi. Sonra, “Benim eniştem Sadri Alışık’ın babası da kaptan, YÜKSEK DENİZCİLİK OKULU 1915 yılı mezunu Mehmet Refet Alışık. (O dönem okulun ismi MİLLİ TİCARET BAHRİYE KAPTAN VE ÇARKCI MEKTEBİ.) Siz denizciler, yer yüzünde saygıyı en fazla hak eden insanlarsınız,” dedi. Utandım, kızararak teşekkür ettim.

Sonra “Benim eniştem Sadri Alışık’ın babası da kaptan Yüksek Denizcilik Okulu 1915 yılı mezunu Mehmet Refet Alışık. (O dönem okulun ismi Millî Ticaret Bahriye Kaptan ve Çarkçı Mektebi.) Siz denizciler, yer yüzünde saygıyı en fazla hak eden insanlarsınız,” dedi. Utandım, kızararak teşekkür ettim.

Atilla İlhan İzmir Karşıyaka’da doğmuş, yaşamış. İzmir onun için çok özel bir kent. Uzun seneler Paris’te kalmış. Paris’in bulvar kafelerini, Seine nehrini, sanatçılar sokağını adeta şiir okur gibi anlattı. “İmkân olsa İzmir’i ve Paris’i kalın bir halat ile birbirine bağlar, sıkar ikisinden özel bir kent çıkarırdım.” dedi. Celal anlatılanları teybe alırken, sorular soruyor, not tutuyordu. Atilla Bey de benimle röportaj yapıyor; hangi şirketlerde çalıştığımı, nerelere gittiğimi, mesleğin zorlukları-güzelliklerini, mesleğe isteyerek mi girdiğimi soruyor, Mehmet Refet Kaptan’dan dinlediği denizcilik gelenek göreneklerini anlatıyordu.
Bir anda “Atatürk daha uzun yaşasaydı mesleğiniz çok daha görkemli olurdu” dedi. Bu son cümlesi zannediyorum Mehmet Refet Kaptan’ın yakınmalarından aklında kalan bir olguydu. Sohbet uzadı da uzadı en sonunda “Bir iyot kokusu alayım” dedi ve bana sarıldı…
Vedalaştık.
1977 senesi, Ata tankeri; Ahırkapı’da tank temizliği yapıyoruz. Haber geldi, İstanbul radyo aracılığıyla şirketi ara. Aradım, rahmetli genel müdürümüz Sabahattin Ülkü Bey “yarın öğle yemeğine önemli bir misafirle geleceğim, hazırlık yap” dedi.

Elimizden gelen hazırlığı yaptık, merakla önemli misafiri bekliyoruz. Sabahattin Bey yanında orta boylu, sakin ifade yüzlü bir beyle geldi. “Merhaba, kolay gelsin ben Mümtaz Soysal,” dedi. Mümtaz Hocayı böyle tanıdım. 1964 senesinde Ata tankeri satın alınıp İstanbul’a getirildiğinde verilen kokteyle katılmış, “13 sene sonra bu Fransız zevkiyle donanmış tekneyi ziyaret etmekten heyecan duyuyorum,” diyerek bizi selamladı.
Sofra çok lezzetliydi ama bana göre sohbet çok daha lezzetliydi. Mümtaz Hoca senelerini denizlere vermiş bir kaptan bilgisiyle konuşuyordu. Denizin, denizciliğin en ince konularını bile anlatıyordu. Bazı konular bence tarihseldi. Sonra açıkladı. Galatasaray Lisesi'ni bitirdiği sene YÜKSEK DENİZCİLİK OKULU’nun imtihanına girmiş, kazanmış; maalesef göz muayenesinde kaybetmiş. Makine bölümünü istersen olur demişler. Âmâ o istememiş.

Sonra Ankara Hukuk Fakültesi'ne kaydını yaptırmış. “Denizci olamadım ama kendimi geleceğe hazırladım, belki gözlerim düzelir, imtihansız gemiye çıkarım” diyerek esprisini yaptı. Mümtaz Hoca'nın doyumsuz sohbeti saatlerce sürdü. Ben gazeteden yazılarını hep takip ettim.
2005 senesinde yazdığı “Limanlar kimin” yazısı bugünleri anlatıyor ve dikkatimizi çekmek istiyor. LİMANLAR KİMİN Medyamız haber bile yapmadı; oysa olay önemliydi. Avrupa Birliği Parlamentosu’nun Strasbourg toplantısından limanların “tam rekabete” açılmasına ilişkin “directive” denen bir yönerge kararı çıkarma girişimi reddedildi. Hem 120 lehine, 25 çekimser oya karşılık 532 oy gibi ezici bir çoğunlukla. Niçin? Çünkü, bu girişim duyulunca, Hamburg’dan Lizbon’a, Antwerp’ten Pire’ye kadar bütün A.B. limanlarında yüz binlerce işçi hep birlikte greve gidip kıta ticaretini felç ettiler. AB Parlamenterleri de halklarına ters düşmemek için önergeyi reddettiler. Mümtaz Hoca konuyu bize getirip ne demişti: En başta da Türkiye için. Kamu hizmeti gören yerlerin en başta gelenlerinden olan limanlar şuna, buna, üstelik yabancılara peşkeş çekilebilir mi? İşçiler böyle talanların akıbetine kuzu kuzu katlanmalı mıdır? Oy verdikleri siyasetçiler seyirci kalsa bile onlar kalabilir mi? Emekçi, kendi güçlerini yalnız sendika seçimleri ve ödenti paylaşımı için mi harcamalıdır?
21 Ocak 2005 Sayın hocam, emek bilinci bu ülkede sadece “şeytanın boku” için gelişti. Ben bunu yaşayanlardanım. Bu ülkede emekçiler yenilgi içinde hayatlarını yaşıyorlar. Ülkemizden gelip geçen iki abideyle yaşadığım ve unutamadığım hatıralarımı anlatmaya çalıştım. Yıldızlar içinde uyusunlar.
Bir de Rusya’dan arkadaşım Kaptan İgor’la bir deniz dostunu konuştuk. Şili, Allende ve Pablo Neruda benim saygı duyduğum önemli kişilerdi. Allende Amerikan emperyalizmine karşı çıktığı için 1973 senesinde vahşice katledildi. Neruda sosyalist şair olarak aklımda kaldı. Özelliklerini bilmiyorum. Kaptan İgor üç sene Havana Denizcilik Akademisi’nde hocalık yaparken Güney Amerika’nın önemli özel kişilerini kendisine ilgi alanı yapmış. Bunların başında Pablo Neruda gelmiş.

İgor’a göre Neruda, Şili’nin Nazım Hikmet’i. Bu arada Neruda’nın Nazım ile yakın dostlukları varmış. Moskova’da, Paris’te çok beraberlikleri olmuş. İgor’un Neruda’ya ilgisi ise bu önemli şairin deniz ve denizcilere olan hayranlığından geliyor.
Neruda, sabah güneş doğarken sahile inip nafakalarının peşinden giden balıkçıları uğurlar ve teknelerin dümen sularından etkilenir, en anlamlı şiirlerini kaleme alırmış. Kendisine El padre del pescador (balıkçıların babası) derlermiş. Kitaplarında deniz konusunu hep önde tutmuş. İgor’un bana önerdiği kitaplar Los versos del capitán (Kaptanın Dizeleri), Navegaciones y regresos (Deniz yolculukları ve Dönüşler). Bu kitapların maalesef Türkçe baskısı yok. Neruda, deniz kenarındaki evinin bahçesinde bir çan bulundurur, denizden geçen bir gemi görünce çanı çalar, gemi kaptanıyla selamlaşırmış! Güneş tutkusu bir başka. “Güneş doğarken koşup öpmem, batarken koşup kucaklamam, hiç gitmesini istemiyorum” dermiş.
Güneş için yazdığı bir şiir İtalyancaya çevrilmiş. Pavarotti’nin meşhur ettiği “O sole mio (güneşim)” Venedikli gondolcuların şarkısı olmuş. Hep denizin içinde yaşamak istermiş. “Denizlere düşen yağmur damlaları olmak isterim” dermiş. Neden diye sorulunca “Yağmur damlaları denizde boğulur mu?” dermiş.
Pablo Neruda’nın politik yaşantısı da var. İspanya iç harpleri döneminde İspanyol emekçilerine kol kanat açmış, bazılarını Şili’ye getirmiş. Mezarı Şili’de. Deniz kenarındaki evinin bahçesinde gemileri seyrederek, dalgaları dinleyerek uyuyor. Nurlar içinde uyusun.
Kapt. M. Ali SÖKMEN 72 Gv.



Comentarios